Sayfalar

Osmanlı Devleti Niçin Battı?



mehmet şevket eygi, osmanlı devlet adamları, osmanlı devlet nizamı, osmanlı devleti, osmanlı padişahları, osmanlı tarihi, tarih

Soru: Osmanlı İslam devleti ve hilafeti niçin geriledi ve battı?.. 

Bu sorunun tam cevabı şimdiye kadar verilememiştir. Batışın dinî, siyasî, kültürel sebepleri vardır. 





1. Devleti, Hilafeti, mülkü ayakta tutacak; Sokollu ve Barbaros gibi vasıflı elemanlar yetiştirilemedi.
2. Sultanlar Fatih, Yavuz, Kanunî ayarında olamadı.
3. Emanetler ehliyetli kimselere verilemedi.
4. Yeniçeriler ve ordu bozuldu. Ordu siyasete bulaştı ve karıştı.
5. Tanzimat’tan sonra Avrupa’nın ve Batı medeniyetinin zararlı ve yıkıcı tarafları da benimsendi.
6. Bilhassa 19’uncu asırda zenginler ve seçkinler lüks ve israflı bir hayat sürmeye başladı.
7. Fransız ihtilalinden sonra gayr-i Müslim tebaa arasında ayrılık ve istiklal rüzgârları esmeye başladı.
8. Gizli Yahudiler, Müslüman postuna bürünüp devlet teşkilatına sızdı.
9. Hürriyet kavramı putlaştırıldı.
10. Osmanlı devletinin yıkılması ve en kötü şekilde tasfiyesi, Hâtemül Hulefa Sultan Abdülhamidin tahttan indirilmesi olmuştur. O, ölüm yılı olan 1918’e kadar devletin başında kalmış olsaydı, yıkılış ve tasfiye daha az zararla olabilirdi.
11. Japonlar 1945’te iki atom bombası yediler ve kayıtsız şartsız teslim oldular ama Osmanlı devleti gibi yıkılmadılar. İmparator başta kaldı ve kısa zamanda toparlandılar. Osmanlı devletinin batışından sonra Türkiye, Hahambaşı Haim Nahum Doktrini ve Lozan’ın gizli protokolları uyarınca bir sömürge haline geldi.
12. Osmanlı devletinin ve hilafetinin yıkılışında (niyetleri kötü olmasa da) büyük sorumluluk payı Sünnîlerindir. Aldatıldılar, aldandılar, kandırıldılar. Aldanmak da bazen bir suçtur.

Mehmet Şevket Eygi
Cumartesi, Ağustos 24, 2013

Sultan Yıldırım Bayezid Han Kimdir?

ibn-i cezeri, kimdir, osmanlı devlet nizamı, osmanlı devleti, osmanlı padişahları, sultan yıldırım bayezid han, timur han



Osmanlı Sultanlarının dördüncüsü olan Bâyezîd Han, babası Murâd Hân’ın Kosova’da şehîd olması üzerine padişah oldu. İslâm memleketlerini tehdid eden, daha önceki gibi katliamlar yaparak Kudüs’de bir krallık kurmak isteyen Haçlıları Niğbolu’da durdurmuştur. Bu zaferle İstanbul’un fethi için de çok büyük bir adım atılmıştır ki Bizans’ın Avrupa’dan yardım almasının önü kesilmiş oldu. Selanik, Atina ve Mora’yı fethetmiştir.

Yıldırım Bayezîd Hân, İstanbul’u dört defa kuşattı. Dördüncüsünde orada bir Türk Mahallesi kurdu, İslâm mahkemesi ve bir de câmi yaptırdı.

İlk Osmanlı Dâru’ş-şifâsı da onun zamanında yapıldı.





Sultan Yıldırım Bayezîd Han, Emir Timur elinde esir iken 1403 tarihinde vefât etti.

Asrın şâhidlerinden Mısırlı tarihçi İbn-i Şâhin Sultan Bayezid’i şöyle vasfediyor:

Gâyet cesûr, heybetli, cömert bir sultan idi. İlmi ve âlimleri pek sever idi. Âlimlere çok itibar eder, ilmine göre mevki verirdi. Mısır ve Cezîre’den büyük kırâat âlimi İbn-i Cezerî gibi birçok âlim dâveti üzerine hemen yanına gidiyorlardı.

Hep memleketinin îmarı için çalıştı. Ülkesinde emniyet ve adalet fevkalede idi. Memleketinde bir kimse varis bırakmadan vefât etse malına asla dokunulmaz, kâdı onu bir emânet olarak muhafaza eder, bir hak sahibi çıkması ihtimali kalmadıktan sonra hayır yoluna sarfederdi.


Sultan İkinci Mahmud: Bizim en büyük düşmanımız nefsimizdir

hatt-ı humayunlar, nefs-i emmare, osmanlı devleti, osmanlı padişahları, osmanlı tarihi, sultan II. mahmud, Tasavvuf



Sultan İkinci Mahmud Han’ın Kaptan Paşa’ya yazdığı bir Hatt-ı Hümâyûnu:

Kaymakam Paşa ve Kaptân-ı Deryâm!



Ben yüzümü, gizliyi ve sırları bilen Allâh’a yönelttim. Benim ondan başka yardımcım yoktur. Müslümanlarda çalışkanlık yok ve bu tembellik beni hayrete düşürüyor. Yerin ve göklerin yaratıcısı olan Cenâb-ı Allah bizlere yardım etsin. Bu dünyâya gelmenin gâyesi, nefs-i emmareye tâbi olmak değil, ancak ve ancak “Ben insanları ve cinleri sâdece bana ibâdet etsinler diye yarattım.” Âyet-i kerîmesinin mânâsıyla amel etmek içindir. Bizim en büyük düşmanımız nefsimizdir. Hâlâ nefsimize karşı zafer kazanamadık. Ne zaman nefsimize gâlip gelirsek, din düşmanları da ancak o zaman mağlup olur. Allah ıslah eylesin. Âmîn. 


 Hatt-ı Hümâyûn 525/25611


Mühür


Mühür


Mühür farsçadır, Türkçesi “damga”, Arapçası “hâtemdir.” Çok eski tarihlerden itibaren kullanılan mühür, bir madenden veya taştan yapılır ve imzâ yerine kullanılırdı. Mührün en mühim faydası emniyettir.


Mühür kazıyan “hakkâk” en iyi hattâtlardan ders alır ve usta bir hakkâk yanında en az yedi sene çıraklık eder, birkaç sene kalfalıktan sonra “peştamal kuşanarak” usta olurdu.





Mühür üzerinde sâhibinin alâmeti olacak ismi yahut sâhibin tercihine göre münâsib bir tâbîr, bir duâ kelimesi bulunurdu. Mühürler ıstampanın kullanılmadığı devirde mum isine tutulduktan veya serçe parmağa mürekkeb sürüldükten sonra kâğıdı biraz yalayıp ıslatarak istenilen yere kuvvetlice bastırılmak sûretiyle yapılırdı. Bazan de kırmızı renkteki mum eritilerek kâğıda damlatılır ve soğumadan biraz ıslatılmış mühür muma bastırılırdı.

Peygamber Efendimizin (s.a.v.) yüzüğündeki mühür

Peygamber Efendimiz (s.a.v) sağ elinin yüzük parmağında taşıdığı ve üzerinde “Muhammedün Resûlüllâh” yazan yüzüğünü mühür olarak kullanırdı. Bu yüzüğü Hz. Ebûbekr, Hz. Ömer ve Hz. Osman hilâfet mührü olarak kullandılar. Bu yüzük Hz. Osman’ın (r.a.) halifeliği devrinde Eris kuyusuna düşdü ve kayboldu.


Osmanlı sultanları zümrüd üzerine hakkedilmiş, yüzük şeklinde mühürler taşırlardı. Saltanat başka bir pâdişâha intikâl ettiği vakit eski sultânın mührü saray hazînesine konulurdu. Sultânlardan hakkâk olanlar da vardı. Sultân Birinci Mahmûd Han kazıdığı mühürleri sattırır gelirini fakirlere verdirirdi.


Sultan Abdülhamid Han'ın eşi Müşfika Hanım anlatıyor: "Kadınım! Hakkını helal et!"



güzel ahlak, II. Abdülhamid Han, osmanlı devlet adamları, osmanlı devleti, osmanlı padişahları, sultan II. abdülhamid han

İstanbul, Beşiktaş'ta Serencebey yokuşunu çıktıktan sonra en sonda sol kolda eski üç katlı, fakat gayet mütevazi bir evde büyük Osmanlı hânedânının son temsilcilerinden olan Sultan İkinci Abdülhamîd Han'ın değerli eşi Müşfika Hanım, kızı Ayşe Sultan ile birlikte oturuyorlardı. Bir hünkârın eşi ve kızı olarak senelerce yaşadıkları bir ömürden sonra, ânî olarak sıkıntılı ve zaruret dolu bir hayatın en acı hakikatleri arasına düşmüşlerdi.

Müşfika Hanım, pek değerli eşi Sultan Abdülhamîd Han'a âit çok manalı bir hâtırasını şöyle anlatıyor:

“Bir gün Sultan Abdülhamîd Han rahatsızlanmıştı. Sabahleyin yataktan kalkmak istediğinde kendisinde kuvvetli bir halsizlik ve kırıklık hissetmişti. Çoraplarını giyip odadan dışarıya çıkması gerekmişti. Fakat biraz öne eğilip ayağına çoraplarını dahi geçirecek hali yoktu. Ben hemen çorapları alıp karyolanın önünde yere çökerek pâdişâhın ayaklarına çorapları giydirdim. Benim bu içten hareketim ve alâkamdan pek mütehassıs olan Sultan:

“Kadınım çok zahmet ettin, eksik olma, hakkını helâl et!... dedi. Ben de bu mukabele karşısında cevaben:




“Aman efendimiz! Size karşı hakkımı helâl ettirecek ne yaptım ki? Bu benim vazifemdir, siz müsterih olunuz!... dedim.” Pâdişâh:

“Hayır bir kadının kocasına karşı olan hakları büyüktür. Kadınım, bu hizmetine mukabil hakkını helâl et!” diyerek sözünü tekrarladı.

Ben ne söyledimse, kocama rahatsızlığı sırasında yaptığım hizmetin normal hareket olduğunu bir türlü kabul ettiremedim. Sultan tam beş defa bana:

“Kadınım hakkını helâl et!..” dedi ve ben de bu ısrar karşısında âciz kaldım ve utanarak hakkımı helâl ettiğimi söyledim”.

Kripto Yahudi ve Masonların Osmanlı Devleti'ni yıkmak için kurdukları gizli cemiyet; İttihâd ve Terakkî

cemal paşa, enver paşa, içimizdeki israil, ittihat ve terakki, Jön Türkler, kripto Yahudiler, masonluk, pakraduniler, sabetayistler, talat paşa

Önce gizli cemiyet olarak kurulan, ikinci Meşrûtiyetin ilânından sonra siyâsî fırka hâlini alan topluluk. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın dağılmakta olan Osmanlı Devleti’ni toparlaması, güçlendirip ilerletmesi; başta İngiltere olmak üzere batılı devletleri yeni plânlar hazırlamağa, Abdülhamîd Han’ı tahttan uzaklaştırmak için teşebbüslerde bulundurmaya sevketti. Bunun için Osmanlı hâkimiyeti altında asırlardır huzur, refah ve güven içinde yaşayan gayr-i müslim ve Türk olmayan unsurları devlete karşı defalarca kışkırttılar. Avrupa’da meydana gelen ilmî ve teknik gelişmeleri öğrenmek ve tâkib etmekle vazîfeli gönderilen, fakat Osmanlı Devleti’nin birliğini bozmaya yönelik Avrupaî fikirlerin etkisinde kalan kimseler de Avrupa devletleriyle elbirliği ettiler. Gayr-i müslim ve Türk olmayan unsurlarla, sözde okumuş aydın kimseler, millet ve devlet düşmanlarının kurdukları tuzakların farkına varan ve karşı tedbirler alan sultan İkinci Abdülhamîd Han’ı tahttan indirmek ve bu suretle gayelerine ulaşmak için yurt içinde ve yurt dışında çeşitli gizli cemiyetler kurdular. Çıkardıkları gazetelerle Osmanlı Devleti’nin ve sultan Abdülhamîd Han’ın aleyhinde neşriyat yaptılar.
Bunlardan biri de 21 Mayıs 1889’da İstanbul’da İttihâd-ı Osmânî adıyla kurulan daha sonra İttihâd ve Terakkî adını alan gizli cemiyettir.
Bu cemiyet, Sarayburnu’nda eski pâdişâh sarayı ile yeni demiryolu garı arkasındaki mesafenin orta yerindeki askerî tıbbiye mektebinin bahçesinde toplanan Ohrili bir Arnavut olan İbrâhim Temo, Kafkasyalı Çerkes Mehmed Reşîd, Arabkirli Abdullah Cevdet ve Diyarbakırlı İshak Sükûtî adındaki dört kişi tarafından kuruldu. Daha sonra katılan Azerbaycanlı Hüseyinzâde Ali, Konyalı Hikmet Emin, İsmail, İbrâhim ve Mekkeli Dr. M. Sabri de cemiyetin ilk kurucuları arasında sayılırlar. Cemiyetin Edirnekapı dışında Aluş Ağa’nın idare ettiği bağda yapılan ilk toplantısında, kuruculardan başka Şam Mekteb-i tıbbiyesi muallimlerinden Giridli Muharrem, Askerî tıbbiye talebelerinden Âsaf Derviş ve Şerefeddîn Mağmûmî, adliye me’murlarından Hersekli Ali Rüşdî ve Seâdet gazetesi başyazarı İzmirli Ali Şefik de bulundular. Bu toplantıda cemiyetin başkanlığına Ali Rüşdî, kâtipliğine Şerefeddîn Mağmûmî, muhâsib üyeliğe de Âsaf Derviş seçildiler.
Yeni cemiyet, İstanbul’daki sivil, askerî, bahrî, tıbbî ve diğer yüksek okul talebeleri arasında tarafdar kazanarak sür’atle büyüdü. İtalyan Karbonari mason teşkilâtını örnek alarak kurulan bu gizli cemiyet, hücreler hâlinde teşkilâtlandı. Hücre içindeki her üyeye bir sıra numarası verildi. Birinci hücrenin birinci üyesi İbrâhim Temo idi.
Cemiyet üyeleri, Galata Fransız postahânesi aracılığıyla merkezi Paris’te kurulan Jön Türklerle irtibat kurdular. Cemiyetin üyelerinden olan Bursa maârif müdürü Ahmed Rızâ Bey, Paris’teki bir sergiyi gezmek bahanesiyle Fransa’ya gidip, Jön Türkler grubuna katıldı ve geri dönmedi. İttihâd-ı Osmânî cemiyetinin fikirlerini yaymaya başladı. Çok geçmeden onlar arasında hâkim bir sîmâ oldu. Sultan Abdülhamîd Han’ı tahttan indirmeyi gaye edinerek kurulan cemiyet, Sultan Abdülhamîd Han’a karşı kişi ve çevrelerle kurduğu münâsebetler netîcesinde tanınmaya başladı; yurt içinde ve dışında şubeler kurarak teşkilâtlandı. Ahmed Rızâ, Avrupa’daki teşkilâtın adını, Auguste Comte’un pozitivist felsefesinin parolası olan Nizam ve Terakkî koymak istedi. Jön Türkler bu ismi kabul etmeyip, İstanbul’daki İttihâd-ı Osmânî cemiyetinin ittihadının da bu cemiyetin isminde yer almasını istediler. Böylece İstanbul’dakilerin ittihadı ile Ahmed Rızâ’nın Terakkîsi bir araya getirilerek, cemiyetin adı Terakkî ve İttihâd hâline getirildi ve cemiyetin yayın organı hüviyetinde olan Meşveret gazetesi çıkarıldı. Daha sonra Cenevre ve Brüksel’de yayın hayâtına devam eden Meşveret gazetesi yurda gizlice sokuldu. Cemiyetin para ihtiyâcını Paris mason locası karşıladı.
Tıbbiye, harbiye, mülkiye gibi yüksek okullarda gizli kollar ve komiteler teşkil eden cemiyetin yurt içindeki varlığı, 1895 yılındaki ermeni olayları sebebiyle duyuldu. Cemiyetin; Dr. İshak Sükûtî, Dr. İbrâhim Temo, Dr. Abdullah Cevdet, Dr. Âkil Muhtar, Tunalı Hilmi gibi faal üyeleri, yapılan soruşturmalar netîcesinde suçlu bulunarak dağıtıldılar. Bâzıları çeşitli yerlere sürülen cemiyet üyelerinin bir kısmı yurt dışına kaçtı. Yurt dışı faaliyetleri Bükreş, Paris, Cenevre ve Kahire’den idare edilmeye başlandı. 1897 yılında cemiyetin Cenevre ve Kahire şubeleri faaliyete geçti. Cenevre şubesinin çıkardığı Mîzan ve Osmanlı gazeteleriyle Kahire şubesinin çıkardığı Kânûn-i Esâsî ve Hak gazeteleri cemiyetin fikirlerinin destekçiliğini yaptılar. Bükreş şubesini İbrâhim Temo; Paris şubesini ise, Ahmed Rızâ idare etti.
Kalabalık bir kitle teşkil etmeyen ülke dışındaki cemiyet mensupları, sürekli anlaşmazlıklar içindeydi. Sultan İkinci Abdülhamîd Han, yurt dışındaki bu muhalifleri ikna veya pasifize etmek için gerekli tedbirleri aldı. Zâten fikrî ve siyâsî sebeblerden dolayı ikiye bölünmüş olan İttihâdçıların Cenevre grubunun lideri Mizancı Murâd Bey’le anlaşması için serhâfiye Ahmed Celâleddîn Paşa’yı vazifelendirerek Avrupa’ya gönderdi.
Ahmed Celâleddîn Paşa’nın gizli çalışmaları neticesinde, muhaliflerden büyük bir kısmı muhalefetten çekilerek İstanbul’a döndüler ve Pâdişâh’ın hizmetine girdiler. Ancak Ahmed Rızâ’nın çevresinde kalan bir avuç insan, Osmanlı Devleti’ne karşı şiddetli muhalefete ve basın yoluyla propagandaya devam ettiler. Bu sırada sultan İkinci Abdülhamîd Han’dan istediği ilgiyi göremeyen eniştesi Dâmâd Mahmûd Celâleddîn Paşa da ülke dışına kaçarak, iki oğlu prens Sebahaddîn ve Lütfullah beyle Paris’e gitti. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın ve Osmanlı Devleti’nin aleyhinde faaliyete başladı. Böylece Avrupa’daki Jön Türk hareketi biraz canlandı. Ancak anlaşmazlık ve şahsî rekabetler de gittikçe arttı.
4 şubat 1902 târihinde Paris’te, bütün Jön Türkleri içine alan bir kongre toplandı. Bu kongreye; Prens Sebahaddîn, Ahmed Rızâ, İsmâil Kemâl, İsmâil Hakkı (Paşa), Hoca Kadri, Halil Ganem, Mahir Saîd, Yûsuf Akçura, Ferid Bey, Ali Haydar, Hüseyin Sîret, İbrâhim Temo, Dr. Nâzım, Dr. Refik Nevzat ile Ermeniler ve rumlar adına da bâzı şahıslar katıldı. Kongrede tâkib edilecek usûl ile ilgili görüş ayrılıkları belirdi. Ahmed Rızâ ve arkadaşları cemiyetin adını Osmanlı Terakkî ve İttihâd cemiyeti olarak değiştirip, Paris’te Meşveret’i çıkarmaya devam ettiler. Mısır’da da Şûrâ-yı ümmet gazetesini kurdular. Prens Sebahaddîn ve tarafdârları da Teşebbüs-i Şahsî ve Adem-i Merkeziyet cemiyetini kurup Terakkî gazetesini çıkardılar. İki cemiyet yayın organlarıyla birbirlerini itham etmeye devam etti. Bir taraftan da tarafdâr kazanmak için program ve fikirlerini açıklayıp yaymaya koyuldular.
Cemiyet, Rumeli’de de hızla teşkilâtlandı. Yalnız Tiran’da olmak üzere, Köstence, Dobruca, Şumnu, Plevne, Sofya, Kızanlık, Vidin ve İşkodra’da bir çok şubeler açıldı. İttihâd ve Terakkî cemiyeti batı dünyâsında Jön Türklerin temsilcisi olarak tanıtıldı.
1906 Eylül’ünde ekseriyeti üçüncü ordu subaylarından olan; Bursalı Tâhir, Nâki, Edib Servet, Kâzım Nâmi, Ömer Naci, İsmâil Canbolat, Hakkı Bahâ beyler ile posta ve telgraf idaresi başkâtibi Mehmed Talat, Rahmi ve Midhat Şükrü beyler tarafından Selanik’te Osmanlı Hürriyet cemiyeti kuruldu. Sultan Abdülhamîd Han’ı tahttan indirme gayesini güden, ihtilâlci bir hüviyete sâhib olan ve kurucularının ekseriyetinin mason olması ile dikkat çeken bu cemiyet, ülke içinde veya dışında aynı gaye ile kurulan cemiyetleri kendine çekerek kaynaştırmayı başardı. Cemiyet, silâhlı kuvvetler çevresinde hızla yayıldı. Asker ve sivil üyeleri fazlalaşarak ihtilâlci bir güç meydana geldi. Bu cemiyet bir yıl sonra Osmanlı Terakkî ve İttihâd cemiyetinin Paris şûbesiyle birleşme karârı aldı. Böylece Osmanlı Hürriyet cemiyeti de Terakkî ve İttihâd adını aldı. Hem yurt içinde hem de yurt dışında faaliyet gösteren Terakkî ve İttihâd cemiyetinin biri Selânik’de, diğeri Paris’de olmak üzere iki merkez-i umûmîsi ortaya çıktı.
Bu birleşmeden sonra Rumeli’de hızlı bir şekilde teşkilâtlanan Osmanlı Terakkî ve İttihâd cemiyeti komita faaliyetlerine girişti. Enver Bey, Tikveş yöresinde; Niyazi ve Eyyûb Sabri beyler Resne ve Ohri’de; Selâhaddîn ve Hasan Tosun beyler Arnavutluk’ta hürriyet taburları kurarak tedhiş hareketlerini yaygınlaştırdılar. Bulundukları bölgelerdeki gayr-i müslim ve Türk olmayan unsurlarla da iş birliği yaparak, müslüman ahâliyi sultan Abdülhamîd Han’a karşı ayaklanmaya çağırdılar. Durumun tehlike arz ettiğini gören sultan İkinci Abdülhamîd Han, bu komita faaliyetlerini bastırmak üzere Makedonya’ya asker sevk etti. Gönderilen askerî birliklerden de İttihâd ve Terakkî komitacılarına katılanlar olması, cemiyetin Manastır’da ve Selanik’te hürriyet îlân edeceğine dâir aldığı karârı pâdişâha bildirmesi, durumu iyice tehlikeli bir hâle soktu. Bu defa sultan İkinci Abdülhamîd Han, Şemsi Paşa’yı ayaklanmayı bastırmakla vazifelendirdi. Hazırlıklarını tamamlayan Şemsi Paşa, 7 Temmuz 1908’de Pâdişâh’a son raporunu vermek üzere girdiği Manastır postahânesinden çıkarken İttihâd ve Terakkî komitacılarından Bigalı teğmen Atıf tarafından öldürüldü. Dağa çıkan komitacıların sayısı gittikçe arttı. Komitacılar, 20 Temmuz 1908’de Firzovik’te halkı meydana toplayarak hürriyet ve meşrûtiyet isteğiyle gösteri yaptı. Bu vak’alardan sonra Tatar Osman Paşa, İzmir ve civarı redif kuvvetleri de kendisine verilerek, Manastır ve havalisi fevkalâde kumandanı olarak bu bölgeye gönderildi. Ohri taburu kumandanı Eyyûb Sabri ve Resne kuvvetleri kumandanı Niyazi beyler Manastır’da Osman Paşa’nın oturduğu konağı muhasara ederek kendisini Resne’ye götürdüler.
Durumun nazikliği üzerine Kânûn-i esasiyi yürürlüğe koyan sultan İkinci Abdülhamîd Han, 23 Temmuz 1908’de İkinci Meşrûtiyet’i îlân etti. Meşrûtiyetin îlânını tâkib eden günlerde birleştirici olduğunu îlân eden İttihâd ve Terakkî; Prens Sebahaddîn grubunun mensub olduğu Teşebbüs-i şahsî ve Adem-i Merkeziyet cemiyetiyle birleştiğini duyurdu. Partinin Selanik’teki merkez-i umûmî üyelerinden Ahmed Rızâ, Talât, Hüseyin Kadri, Hayri, Midhat, Şükrü, Habib, Enver, İsmâil Hakkı, Dr. Bahaeddîn Şâkir ve Nâzım beyler hükümetin faaliyetlerini gözetlemek üzere İstanbul’a geldiler. Kendileri kabineye giremedilerse de hükümet üzerinde hâkimiyet kurdular. Tecrübesizliklerinden dolayı kabineleri doğrudan doğruya kurmak yerine kontrol altında bulundurmayı tercih ettiler. 4 Ağustos 1908’de kurulan meşrûtiyetin ilk kabinesi olan Saîd Paşa hükümeti, İttihâd ve Terakkî’nin baskısına dayanamıyarak 13 Ağustos’ta çekilmek zorunda kaldı. İkinci defa kurulan Saîd Paşa hükümeti ise beş gün dayanabildi. İttihâd ve Terakkî iktidar olmamıştı ama hükümeti ve hükümetin icrâatını kendisi tâyin ediyordu. 21 Ağustos’da İttihâd ve Terakkî’nin baskısıyla Kâmil Paşa hükümeti kuruldu. Hükûmetlerdeki istikrarsızlık, İttihâd ve Terakkî’nin devlet otoritesini ve bütünlüğünü bozmaya yönelik faaliyetleri üzerine, 5 Ekim’de Bulgaristan bağımsızlığını îlân etti. Ertesi gün Avusturya, Bosna-Hersek’i ilhak etti. 6 Ekim’de Girid, Yunanistan’a bağlandı.
Meşrûtiyetin ilânından sonra ülkeye dönen Prens Sebahaddin Bey grubu, İttihâd ve Terakkî ile birlikte hareket etmeyi reddederek kendi görüşleri doğrultusunda faaliyet göstermeye başladılar. Adem-i merkeziyetçi görüşleri sebebiyle İttihâd ve Terakkî’den bekledikleri iltifatı göremediler. İttihâd ve Terakkî ile tamamen irtibatı kesen Prens Sebahaddîn Bey, 14 Eylül’de Ahrâr fırkasının kurulmasını destekledi. Kısa zamanda muhalefetin sesi hâline gelen Ahrâr fırkası, İttihâd ve Terakkî’nin gizli kapaklı yönetim modeliyle iktidar tekelciliğinin ve gizliliğinin sonunda bir istibdâd meydana gelebileceği konusunu işledi. İdarî ve siyâsî mes’ûliyetten uzak olan İttihâd ve Terakkî’nin devlet işlerine karışmasını, hükümeti ve milleti tahakkümü altına almasını, orduyu siyâsete karıştırmasını tenkid etti.
İttihâd ve Terakkî’nin, Kâmil Paşa hükümeti üzerinde şiddetli baskı kurmak istemesi yüzünden, Kâmil Paşa ile İttihâd ve Terakkî’nin arası açıldı. 18 Ekim-8 Kasım 1908 târihleri arasında İttihâd ve Terakkî’nin kongresi toplandı ve cemiyet için yeni bir siyâsî program hazırlandı. Kongre sonunda yayınlanan 13 maddelik bildiride, cemiyetin siyâsî fırka (parti) hâline geldiği îlân edildi. Gayr-i müslim ve Türk olmayan unsurlarla, aslında İttihâdcı zihniyette olmayan Türk unsurunun da desteğiyle, 1908 yılı sonlarına doğru yapılan seçimi İttihâd ve Terakkî kazandı. 17 Aralık 1908’de sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın konuşmasıyla yeni seçilen Meclis-i meb’ûsân açıldı. Sadrâzam Kâmil Paşa’nın hükümette bâzı değişiklikler yapması, İttihâd ve Terakkî’nin Bâb-ı âlî’ye karşı sert tepkiler göstermesi sebebiyle, İttihâd ve Terakkî ile Sadrâzam’ın ve Bâb-ı âlî’nin arası iyice açıldı. 14 Şubat 1909’da Meclis-i meb’ûsânda yapılan güven oylamasıyla, Ahmed Rızâ, Talat, Câvit ve Enver Bey gibi ittihâdcıların faaliyetleri sonucu Kâmil Paşa hükümeti düşürüldü. Sadrâzamlığa Hüseyin Hilmi Paşa getirildi. İttihâd ve Terakkî’ye karşı gerek meclis içi, gerekse meclis dışı muhalefet şiddetlendi. Meclis içinde, çok az üyesi bulunan Ahrâr fırkası, Meclis dışında ise Serbesti gazetesi muhalefet çalışmalarını sürdürdü. Bu gazete, eski me’murlardan şantaj yoluyla para alındığını gösteren belgeler ve makaleler yayınladı. Siyâsî rakîblerine karşı tedhiş yoluna baş vuran İttihâdçılar, Serbesti gazetesi başyazarı Hasan Fehmi’yi Sirkeci postahânesi yanında esrarlı bir şekilde öldürttüler. Hasan Fehmi’nin cenaze töreni ittihâdcıların aleyhinde bir gösteri mâhiyetinde cereyan etti. Derviş Vahdetî ve arkadaşları tarafından kurulan İttihâd-ı Muhammedi cemiyeti ve yayın organı olan Volkan gazetesi de, İttihâd ve Terakkî aleyhinde faaliyet gösterdiler. İttihâd ve Terakkî’nin ordu içinde kendisine karşı olan, milletini, dînini ve vatanını seven subayları, orduda gençleştirme bahanesiyle tasfiye etmesi, orduda huzursuzluklara yol açtı. İttihâd ve Terakkî’nin Pâdişâh’a ve hilâfet makamına karşı olan sevimsiz hareketleri de sağduyu sahibi müslüman ahâlide nefret uyandırdı.
İttihâd ve Terakkî, Pâdişâh’a sâdık birinci orduya güvenmeyerek Selânik’deki üçüncü ordudan avcı taburları getirtti. İttihâdcılar tarafından tertib edilen ve Selânikten getirilip Derviş Vahdeti isminde bir kimse tarafından “Din elden gidiyor” “Şeriat isteriz” gibi sloganlarla kışkırtılan avcı taburları tarafından çıkartıldığı tesbit edilen 31 Mart Vak’ası üzerine İttihâd ve Terakkî tarafından, Selanik’ten Bulgar, Sırb, Yunan, Arnavud yağmacılarının da bulunduğu hareket ordusu İstanbul’a getirildi. Sultan İkinci Abdülhamîd Han, Selanik’ten gelen hareket ordusuna karşı koymak isteyen kendisine sâdık kumandanlara, çarpışılmaması, müslüman kanı dökülmemesi için sıkı emir verdi. İsteseydi yalnız Taksim ve Taş kışladaki talimli asker ve sâdık subaylar, gelen hareket ordusunu darmadağınık edebilirdi. Fakat Sultan, kardeş kanının dökülmesini istemedi. İttihâd ve Terakkî’nin önderliğinde İstanbul’a giren hareket ordusu kumandanları, doğru Yıldız Sarayı’na geldiler. Hazîneyi, asırlardan beri toplanmış olan kıymetli yadigârları ve dünyânın en zengin kütüphânelerinden olan saray kitaplığını yağma ettiler. Pâdişâh’ın arabası bile parçalanıp paylaşıldı. Sultan İkinci Abdülhamîd Han, İttihâd ve Terakkî ileri gelenlerince tahttan indirildi, yerine kendinden iki yaş küçük olan kardeşi Muhammed Reşâd getirildi.
İttihâd ve Terakkî ileri gelenleri, sultan İkinci Abdülhamîd Han’ı lekeliyecek bir suç bulamadılar. Milletin, hükümdarı saydığını görerek öldürmeye de cesaret edemediler. Hemen o gece, kurmay binbaşı Fethi Okyar’ın emrinde olarak trenle Selânik’e götürdüler. Oradaki Alâtini köşküne habs ettiler. Bu olaylar sırasında Hüseyin Hilmi Paşa istifa edip Tevfik Paşa sadrâzam oldu. 31 Mart Vak’asından bir gün sonra Adana’da ermeni ihtilâli oldu. Müslümanların mallarına, canlarına, ırzlarına saldıran ermeniler; İttihâd ve Terakkî’nin seyirci kaldığı hâdiselerde 1850 müslüman-Türk’ü öldürdüler.
Halkın bir araya gelmesiyle ermeni isyânı bastırıldı. Adana’ya vâli tâyin edilen İttihâd ve Terakkî ileri gelenlerinden Cemâl Paşa da, Avrupalılara şirin görünmek için ermenîlerle birlikte hareket ederek yüzlerce müslümanı asıp kesti.
31 Mart ayaklanmasının bastırılmasından ve sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın tahttan indirilmesinden sonra duruma hâkim olan İttihâd ve Terakkî, bütün fırkaları lağv ederek muhalif olanları tevkif ettirdi. Bu arada hiç bir kabahatleri olmadığı hâlde, sâdece cemiyete karşı oldukları zannedilen bir çok zabit de tutuklanarak Bekirağa bölüğüne hapsedildi. İstanbul’da örfî idare (sıkıyönetim) îlân edilerek Dîvân-ı harb-i örfîlerle (sıkıyönetim mahkemesi) birlikte darağaçları kuruldu. Kendilerine göre suçlu görülenlerin yanında suçsuzlar da îdâm edildi. Eski devre âid devlet adamlarından pek çok kimse çeşitli yerlere sürüldü. İttihâd ve Terakkî erkânının devlet işlerini, doğrudan doğruya ellerine almak istemeleri üzerine, 14 Nisan 1909’da Tevfik Paşa sadrâzamlıktan istifa etti. Yerine Hüseyin Hilmi Paşa tekrar sadrâzam oldu. İttihâd ve Terakkî’nin ileri gelenlerinden genç, tecrübesiz ve maceracı Talat Bey de bu kabînede dâhiliye nâzırlığına getirildi. İttihâd ve Terakkî’nin keyfî baskılarına dayanamayan Hüseyin Hilmi Paşa, 7 ay 24 günlük bir iktidardan sonra tekrar istîfâ etti, Sadâret makamına getirilen Roma sefîri Hakkı Paşa kabînesinde, hareket ordusunun diktatör kumandanı Mahmûd Şevket Paşa, harbiye nâzırı olarak vazîfe aldı.
Muhaliflerine karşı sert tedbirler alan ve tedhiş yollarına başvuran İttihâd ve Terakkî, Sadâ-yı Millet gazetesi başyazarı Ahmed Samim’i de sokak ortasında öldürttü. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın Balkan siyâsetinin esâsı olan Bulgar ve Rum kiliseleri arasındaki rekabete son veren İttihâd ve Terakkî, güya Makedonya’daki unsurlar arasındaki ihtilâfı gidermek bahanesiyle kiliseler kânununu çıkardı. Netîcede Bulgar, Yunan ve Sırp unsurları arasında hiç bir ihtilâf bırakmayarak, bunların Osmanlı Devleti aleyhine Balkan ittifakı kurmalarına yol açtı. 1 Nisan 1910’da Arnavutluk ayaklanması çıktı; 9 Mayıs 1910’da da Girid meclisi Yunan kralına bağlılık yemîni etti.
Bu sırada, harbiye nâzırı olan Mahmûd Şevket Paşa, Trablus’daki askeri Yemen’e sevk etmek, bir çok ihtarlara rağmen mühimmatı da İstanbul’a getirmek suretiyle bu bölgeyi müdâfâdan mahrum hâle getirdi. İtalyanların teşebbüsleri üzerine Trablusgarb vâli ve kumandanı Müşir İbrâhim Paşa da vazîfeden azledilerek bu vilâyet kumandansız ve vâlisiz bırakıldı. Roma hükümeti de bu vaziyetten istifâdeyle İttihâd ve Terakkî’nin Trablusgarb ve Bingâzi’deki halkı İtalyanlar aleyhinde tahrik etmesini ve Osmanlı vapurlarıyla oralara asker ve mühimmat sevk olunduğunu iddia ile 23 Eylül 1911’de verdiği bir ültimatomla Trablus ve Bingâzi’nin boşaltılmasını ve teslim edilmesini istedi. Daha sonra da harb ilân etti. Ciddî bir tedbîr alınmadığı için Trablusgarb’ın elden çıkmasına sebeb olundu. Harb ilânını bildiren ültimatom geldiğinde, İttihâdcıların hâriciye nâzırı, İtalyan sefîri ile satranç oynamakta idi.
Sadrâzamlığı sırasında; Çırağan Sarayı yangını, Bâb-ı âlî yangını, Arnavutluk isyânı, Girid’in Yunanistan’a iltihâkı, Trablusgarb’ın İtalyanlarca işgal edilmesi gibi felâketlerin vuku bulduğu Hakkı Paşa, 29 Eylül 1911’de istifa etmek zorunda kaldı. Yerine Âyân reisi Küçük Saîd Paşa sadrâzam oldu.
İttihâd ve Terakkî’nin içeride uyguladığı partizan ve baskıcı politika ile dışarıda uyguladığı tavizci politika sebebiyle muhalefet gittikçe fazlalaştı. 1911 yılı başlarında kendi içinde meydana gelen Hizb-i cedîd hareketi de muhalefete katıldı. 21 Kasım 1911’de bütün muhalefet gruplarının ve fırkalarının bir araya gelmesiyle Hürriyet ve İtilâf fırkası kuruldu. Kurulmasından yirmi gün sonra girdiği İstanbul’daki meb’ûs seçiminde başarı göstermesi, İttihâd ve Terakkî’ye karşı muhalefetin güçlendiğini ortaya koydu. Meclis-i meb’ûsândaki hâkimiyetin elinden çıkmakta olduğunu gören İttihâd ve Terakkî, Kânûn-i esâsîde değişiklikler yaparak hükümetin yetkilerini artırmak çabasına girdi. Hükümetle meclis-i meb’ûsânın arası açılınca, meclisde güven oyu alamayan hükümetler ard arda istifa etmek zorunda kaldı. Bu bunalım sebebiyle Meclis-i meb’ûsân feshedilerek tekrar seçime gitme karârı ahndı. “Sopalı seçimler” diye bilinen ve İttihâd ve Terakkî’nin çeşitli tedhiş hareket ve hileleriyle yapılan 1912 seçimlerinde, çoğunluğu yine İttihâd ve Terakkî elde etti. Meclisde ekseriyeti elde eden İttihâd ve Terakkîhükümete kendi adamlarını getirmek suretiyle baskı rejimini iyice arttırdı.
Muhalefetin desteğiyle, ordu içinde İttihâd ve Terakkîye karşı olan subaylar tarafından Halâskârân-ı zâbitân grubu kuruldu. Bu grub, hükümete gizli tehdîd ve baskılar yapınca, 16 Temmuz 1912’de Saîd Paşa sadrâzamlıktan istifa etti. Bu sırada meydana gelen bâzı iç ve dış hâdiseler yüzünden yıpranan ve güçten düşen İttihâd ve Terakkî iktidara tâlib olmayınca, 21 Temmuz’da partilerüstü görünümde olan Gâzi Ahmed Muhtar Paşa hükümeti kuruldu.
Aslında İttihâd ve Terakkî’ye karşı bir tepki hükümeti olan Gâzi Ahmed Muhtar Paşa hükümeti bu fırkaya karşı gittikçe sertleşti. Bir bahaneyle Meclis-i meb’ûsânı fesh ettirdi. Bu sırada meclis dışında kalan İttihâd ve Terakkî’nin tahrik ve teşvîkleriyle yapılan gösterilerden sonra Balkan harbi başladı. Ordunun siyâsete sokulması ve subayların İttihâdcı-îtilâfçı olarak ikiye bölünmesi yüzünden Osmanlı ordusu Balkan harbinde bütün cephelerde kısa zamanda yenilgiye uğradı. Osmanlı orduları ancak Çatalca hattında tutunabildiler. Kısa bir müddet sonra Gâzi Ahmed Muhtar Paşa’nın sadrâzamlıktan istifa etmesi üzerine Kâmil Paşa hükümeti kuruldu. Yeni hükümet döneminde Balkan harbinin felâketli neticeleri devam etti. Kâmil Paşa hükümetinin de aleyhinde propaganda yapan İttihâd ve Terakkî, normal yollardan iktidara gelemeyeceğini anlayınca hükümete karşı darbe plânladı. 23 Ocak 1913’de Bâb-ı âlî baskını diye bilinen kanlı bir baskın düzenleyerek iktidara el koydu. Sadrâzam Kâmil Paşa’nın zorla istifa ettirilmesi üzerine, İttihâdcı olan Mahmûd Şevket Paşa sadârete getirildi. Her işte kendi bildiğine göre hareket eden Mahmûd Şevket Paşa da 11 Haziran 1913’de İttihâdçılar tarafından meçhul bir şekilde öldürtüldü. Mahmûd Şevket Paşa’nın ölümünden sonra Saîd Halim Paşa’nın sadrâzam olmasıyla İttihâd ve Terakkî tam iktidar oldu. İttihâd ve Terakkî’ye faal olarak bizzat hizmet eden Saîd Halim Paşa hükümetinin bütün üyeleri ittihâdcı idi. Saîd Halîm Paşa’nın 3 sene 7 ay ve 23 günlük ve bunun yerine gelen Talat Paşa’nın bir buçuk senelik sadâret zamanlarında memleket karmakarışık oldu. Herkes ölüm ve habs korkusu içinde yaşadı. Can, mal ve namus emniyeti kalmadı. İslâm düşmanlığı moda olmaya başladı. Her vilâyette zâlimler, ırz düşmanları türedi.
1914 yılında yapılan seçimleri de kazanan İttihâd ve Terakkî, bir oldu bittiye getirilerek Osmanlı Devleti’ni Harb-i umûmî diye bilinen Birinci Dünyâ harbine soktu. Hiç bir mecburiyet yok iken ve Osmanlı ordusunun güçsüz, silâhsız ve techîzâtsız olduğu bir dönemde Talât, Enver ve Cemâl gibi İttihâd ve Terakkî paşalarının çeşitli hülyâlarıyla girilen savaş; Sina, Irak, Kafkasya ve Çanakkale cephelerinde devam etti. 1914-1918 yılları arasında devam eden Birinci Dünyâ harbinde pek çok vatan toprağı elden gitti; yüz binlerce müslüman-Türk evlâdı şehîd düştü. Savaşın mağlûbiyetle sona ermesi üzerine, 8 Ekim 1918’de sadrâzam Talat Paşa istifa etti. Yerine de Ahmed İzzet Paşa sadrâzamlığa getirildi. Böylece on seneden az bir zaman zarfında sultan Abdülhamîd’den devr alınan üç kıt’aya yayılmış altı yüz senelik koca bir imparatorluğu, korkunç bir ihtiras ve cehalet ile târihin sinesine gömen ve birinci derecede mes’ûl olan İttihâd ve Terakkî, iktidardan uzaklaştı. Şahsî ihtiras ve ikbâl için bir milleti harbe sokarak müslüman-Türk evlâdlarından en az iki milyon kişiyi cephelerde kar ve tipi altında veya kavurucu çöller ortasında çıplak, aç, susuz bırakarak şehîd olmalarına sebeb olan İttihâd ve Terakkî’nin ileri gelenleri, bir kaç milyon kilometre kare olarak devraldığı bir memleketi bir kaç yüz bin kilometre kareye kadar küçülttüler. Bu küçük toprak parçasını da düşman çizmelerinin altında bırakarak kaçtılar. İlk olarak Enver, Talat ve Cemâl paşalar ile doktor Bahaddîn Şâkir, doktor Nâzım, 30 Ekim 1918’de Mondros mütârekesini imza ettikten bir gün sonra gece yarısı koca Osmanlı Devleti’ni yıktıkdan sonra, ihanetlerine bir yenisini ekliyerek kaçtılar.
Sultan Abdülhamîd Han’ı tahttan indiren, Trablusgarb’ı İtalyanlara bırakan, çıkardığı kiliseler kanunuyla Balkanlardaki hıristiyanların birlik kurmalarını sağlayan ve Balkanların Osmanlı Devleti’nden kopmasına sebeb olan, Bâb-ı âlî baskınını düzenleyen ve milleti zulüm ve tedhiş ile idare eden, Sarıkamış faciasında on binlerce müslüman-Türk’ün canına kıyan, mecnûnâne bir hareketle Kanal seferini açarak Filistin ve Suriye’de Osmanlı ordusunun ve bu toprakların elden çıkmasına sebeb olan, dört senelik Birinci Dünyâ harbi müddetince Anadolu’da halkı; açlık, sussuzluk, yokluk içinde inleten İttihâd ve Terakkî ileri gelenlerinden Enver Paşa Türkistan’da, Talat Paşa Berlin’de, Cemâl Paşa da Tiflis’de işbirlikçileri ve müslüman Türk’e tercih ettikleri ermeniler tarafından öldürüldüler.
İlk önce gizli bir cemiyet şeklinde kurulup, yurt içinde ve yurd dışında teşkilâtlanan, Abdülhamîd Han’ı tahttan indirmek için Osmanlı ve İslâm düşmanlarıyla işbirliği yaparak komitacılık faaliyetlerinde bulunan İttihâd ve Terakkî, 1908 ile 1918 arasında yapılan seçimlerden 1908, 1912 ve 1914 senelerinde yapılan üç genel seçimi kazandı. İlk zamanlar Osmanlıcı ve İttihâd-ı anâsırcı bir çizgi izlediği ve daha sonraki dönemlerde, bünyesinde Türk olmayanlara yer verdiği hâlde, Türkçü ve milliyetçi bir çizgi tâkib eder göründü. Doğrudan cemiyete âid ve bağlı gazeteler olarak Selânik’de çıkan İttihâd ve Terakkî, Hürriyet, Rumeli, İstanbul’da yayınlanan Tanin ile Şûrâ-yı ümmet gazetelerinin yanında bağımsız fakat İttihâd ve Terakkî’nin destekçisi Hüviyetindeki Tasvîr-i Efkâr, Tercümân-ı Hakikat gazeteleri ile fırkaya eğilimli İstiklâl, Hak, Hâdisât, Vakit gazeteleri yanında Kalem, Karagöz ve haftalık Şûrâ-yı ümmet gibi mîzâh gazeteleri; Türkçülere âid yayın organlarından; Türk Yurdu, İslâm mecmuası, Yeni mecmua İttihâd ve Terakkî’nin fikirlerini desteklediler.
Talat, Saîd Halîm, Enver, Cemâl, Halil ve Nuri paşalar, Babanzâde İsmâil Hakkı, Seyid, Hacı Âdil, İsmâil Hakkı, Hüseyin Câhid (Yalçın), Ahmed Rızâ, Halil (Menteşe), Ziya (Gökâlp), Midhat Şükrü (Bleda), Ömer Nâci, Ahmed Şükrü, Dr. Nâzım, Câvit, Bahaddîn Şâkir, (Kara) Kemâl, (Küçük) Talat beyler ve Hâfız İbrâhim, Emrullah, Hayri, şeyhülislâm Mûsâ Kâzım efendilerle Emanoel Karaso ve Hallaçyan gibileri İttihâd ve Terakkî’nin ileri gelen elemanlarındandı.
On seneye yakın bir müddet iktidarda kalan, koskoca Osmanlı Devleti’nin yağma edilmesine sebeb olan İttihâd ve Terakkî’nin son kongresi, Birinci Dünyâ harbinin mağlûbiyetle bitmesinden sonra 14 Kasım 1918’de toplandı. Bu kongrede kendini feshederek, târihe karıştığını ilân etti. Bâzı İttihâdçılar birleşerek Teceddüd fırkasını kurdular. Resmî ve kânûnî olarak târihe karışan İttihâd ve Terakkî’nin mensubları kendilerine yeni yollar aramaya devam ettiler. Daha sonra İttihâdcılara karşı sert tedbirler alındı. Kurulan Dîvân-ı harb-i örfî tarafından yargılandılar. Tevfik Paşa hükümetince, İttihâd ve Terakkî’nin mallarına el kondu. Bir kısım malları ise Teceddüt fırkasına devredildi. Yurt dışına kaçanların gıyaben cezalandırılmaları sırasında bir kısmı da mahkûm edilerek Bekirağa bölüğüne habs edildiler. Daha sonra da Malta’ya sürüldüler. Ancak Müdâfaa-i Hukuk cemiyetleri olarak fiilen istiklâl savaşı sırasında faaliyet gösterdiler. Partizanlık, mizaçları hâline geldiği için, millet düşmanla çarpışırken onlar siyâsî hesap peşindeydiler. Cemiyetleri yok oldu ise de, geride zihniyetleri kaldı. Ülkedeki halk düşmanlığı, bölücülük, jurnalcilik hastalıkları, İttihadçıların cemiyetimize adapte ettiği kötü örneklerden sâdece bir kaçıdır.
Cemiyet; kuruluş, teşkilatlanması ve faaliyet bakımından farklı özellikler taşıyordu. Abdülhamîd Han’a karşı gizli olarak kurulan cemiyetin yöneticilerinin çoğu masondu. Cemiyeti yöneten merkez-i umûmî (genel merkez), üyesi yedi kişinin kimlikleri, meşrûtiyet îlân edildikten sonra bile açıklanmadı. Üyeler, masonların merasimlerine benzer usûllerle cemiyete alınırdı. Rehber üyelerce tavsiye edilen ve uygun görülen kişiler, Tahlif hey’eti (yemin kurulu) önünde yemîn ederlerdi. Hey’et başkanı, önce cemiyetin gayesini, cemiyet üyeliğinin taşıdığı sorumluluğu aday üyeye anlatır, sonra merkez-i umûmînin hazırladığı yemîni okurdu. Aday üye, inandığı dînin kutsal kitabına, hançer ve tabanca üzerine el basarak yemini tekrarlardı. Cemiyete giren üye, teşkilâtın gayesi uğruna gerektiğinde canını fedaya hazır olduğunu bu yeminle kabul ediyordu. Ayrıca cemiyetin vereceği özel görevleri yerine getirmek için fedaî şubeleri kurulmuştu. Fedaîler görev sırasında öldükleri takdirde, cemiyet, ailelerine bakmayı taahhüt ediyordu. Cemiyetin amaçlarına aykırı hareket eden üyeler için merkez hey’etleri, yargıç kurulları gibi yargılama yaparlar ve suçluyu cezalandırırlardı. Cinayetten hüküm giyenler ölüm cezasına çarptırılırdı.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Siyâsî Partiler (T. Zafer Tunaya); cild-1, sh. 21, cild-2, sh. 51, 52
2) İnkılâb Târihimiz ve İttihâd Terakkî (A. Bedevî Kuran)
3) İttihâd Terakkî ve Jön Türkler (Şükrü Hanioğlu)
4) İttihâd ve Terakkî 1908-1912 (Firûz Ahmed, İstanbul 1988)
5) The Young Türks Prelude to the Revolution of 1908 (Ramsaur)
6) Eshâb-ı Kiram; sh. 135
7) İttihâd ve Terakkî içinde dönenler (S.N. Tansu)
8) Rehber Ansiklopedisi; cild-9, sh. 21




Abdülazîz Han’ın katlinde mühim rol oynayan Hüseyin Avni Paşa’yı öldüren subay; Çerkes Hasan

çerkes hasan, çerkez hasan vak'ası, hüseyin avni paşa, kimdir, osmanlı tarihi, sultan abdülaziz han
Resim yazısı ekle

Abdülazîz Han’ın katlinde mühim rol oynayan Hüseyin Avni Paşa’yı öldüren subay.
1850 senesinde Silivri’de doğdu. Babası İsmâil Bey, Rus mezâliminden dolayı Kuzey Kafkasya’dan Anadolu’ya yerleşmiş bir Çerkes beyi idi. Çerkes Hasan 1864’de kendisinden bir yaş küçük olan kardeşi Osman Beyle birlikte bahriye idadisine girdi ve okulun kara kısmına geçerek teğmen oldu. Subay çıktıktan sonra atıcılığı ve biniciliği sayesinde pâdişâhın takdirini kazandı. Aynı zamanda ablası Neşerek (Nesrin) kadınefendi sultan Abdülazîz’in zevcesi idi. Şehzâde Şevket Efendi ile Esma Sultan’ın dayısı olduğundan Şûrayı askeri yaveri iken sultan Abdülazîz Han’ın büyük oğlu Yûsuf İzzeddîn Efendi’nin yaverliğine getirildi. Böylesine mühim bir hizmeti başarı ile devam ettirdiği sıralarda, 30 Mayıs 1876 günü Abdülazîz Han bir kaç insafsız ve safdil devlet adamının şahsî çıkarları uğruna tahttan indirildi. Bunların başında; “Kinim dînimdir” diyen Hüseyin Avni Paşa bulunuyordu. Hasan Bey’in ablası Neşerek kadınefendi, sultan Abdülazîz Han’ın hal’edildiği gün, Dolmabahçe Sarayı’ndan Topkapı Sarayı’na nakledilirken mücevher sakladığı şüphesiyle omuzundaki şal, pâdişâhın gözleri önünde Hüseyin Avni Paşa tarafından çekilip alınarak hakarete uğramıştı. Kadınefendi, omuzları açık bir şekilde boğazdan getirilmiş ve hastalanmıştı. Sultan Abdülazîz Han’ın ölümü üzerine ise, şok geçirerek 11 Haziran günü vefât etmişti (Bkz. Abdülazîz Han).
Hüseyin Avni Paşa, hal’den sonra Çerkes Hasan’ın İstanbul’da birinci orduda bulunmasını tehlikeli görerek, kolağası (kıdemli yüzbaşı) rütbesiyle onu merkezi Bağdâd olan altıncı orduya tâyin etti. Ancak Hasan Bey gelişen olaylar üzerine Bağdâd’a gitmeyi reddetti. Bilhassa ablasına karşı yapılan muamele kendisini son derece sarstı ve Hüseyin Avni Paşa’ya haddini bildirmeye karar verdi. Bağdâd’a gitmeyi reddedince tutuklandı. Gideceğine söz verince serbest bırakıldı. Bekâr olan Hasan Bey, eniştesi Ateş Mehmed Paşa’nın Cibâli’deki evinde, dul halasının yanında oturuyordu. Bu konağa gidip baştan ayağa silâhlandı. Görevden alınmasına rağmen hâlâ hassa yaveri kordonlarını takıyordu.
Çerkes Hasan akşam olunca, önce Hüseyin Avni Paşa’nın Kuzguncuk’daki konağına gitti. Hizmetçilerinden onun Midhat Paşa’nın konağında olduğunu öğrenince geri döndü. Abdülazîz Han’ı şehîd ettiren paşalar, başarılarının zevki içinde bâzı devlet mes’elelerini görüşmek için 15 Haziran gecesi Midhat Paşa’nın Bâyezîd’deki konağında toplanmışlardı. Konakta, sadrâzam Rüşdü Paşa, serasker Hüseyin Avni Paşa, hâriciye nâzırı Reşid Paşa, bahriye nâzırı Kayserili Ahmed Paşa, Cevdet Paşa, Şerif Hüseyin Paşa, mâliye nâzırı Yûsuf Paşa, Halet Paşa ve Müşir Rızâ Paşa bulunuyordu.

SPONSOR FİRMA ALANI

Bu güne değin en çok tıklanılanlar