Sayfalar

Osmanlı hekimlerinin yüksek ahlâkı



doktor brayer, hatıratlar, osmanlı devleti, Osmanlı Yaşamı, sağlık, sultan II. mahmud, şehir ve yaşam


Sultan İkinci Mahmud devrinde İstanbul'a gelip yıllarca ülkemizde tedkikler yapmış olan Doktor Brayer 1836'da yayınlanan eserinde diyor ki:


• Herhangi bir Türk hekimine muayene için gelen hasta çok da olsa, toplanan para gayet az olur: Çünkü bu hastaların dörtte üçü fakir tabakadan olduğu için hekim onlardan hiçbir ücret istemez. Hastalar para vermeden çıkıp gider.

• Para verenlerin birçokları da orta tabakaya mensup oldukları için pek az bir şey verirler. Meselâ bir gün ayağından kan aldıran bir Harem ağası masanın üstünde altı para bırakıp gitmiştir.






• Eski Türk hekimleri için hastalardan hiç para istememek bir prensip meselesidir. Onlar kendilerine ne verilirse memnuniyetle kabul ederler. Bunun sebebi, Müslümanlıkta bir kişinin hayatını kurtarmanın bütün insanlığı kurtarmak kadar büyük bir sevap sayılmasıdır.

İşte bundan dolayı Türk hekiminin tek gayesi insanlığa hizmetten ibarettir. Bu duruma göre eski Türk hekimleri geçimlerini nasıl sağlamışlardı? Bu nokta da yalnız bazı zengin hastaların lütfen verdikleri fazla paralarla açıklanabilir.



'Niçin öldürmek istediğin askere şimdi yardım ediyorsun?' Çanakkale cephesinde bir asalet örneği daha...




amiral liman von sanders, çanakkale savaşı, hatıratlar, henri gouraud maroc, I. Dünya Savaşı, ian hamilton, izle, osmanlı devleti, video



Çanakkale Savaşlarında Fransız kuvvetleri komuta eden, General Guro, savaş sırasında bir kolu ile bir bacağının kısmını, savaş sahasında bırakarak yurduna dönmüş . Daha sonra anlattığı bir savaş hatırasında aynen şöyle diyor :


"Fransızlar, Osmanlılar gibi mert bir milletle savaştıkları için çocuklarınızla daima iftihar edebilirsiniz . Hiç unutmam . Biraz evvel doğa çevremizde en nefis güzellikteydi . Su çiçekleri , papatyalar , peygamber çiçekleri, leylaklar bir gökkuşağı alemi oluşturuyordu . Ve şimdi , savaş sahasında dövüş bitmiş, o güzelim tablo: kan revan içindeydi . Yaralı ve ölülerin arasında dolaşıyorduk. Az evvel Osmanlı ve Fransız askerleri süngü süngüye gelip ağır zayiat vermişlerdi. Bu sırada gördüğüm bir hadiseyi ömrüm boyunca unutmayacağım . Yerde bir Fransız askeri yatıyor, bir Osmanlı askeri kendi gömleğini yırtmış, onun yaralarını sarıyor, kanlarını temizliyordu. Tercüman vasıtası ile bir konuşma yaptık :

'Niçin öldürmek istediğin askere şimdi yardım ediyorsun?'



Mecalsiz haldeki Osmanlı askeri şu karşılığı verdi:


'Bu Fransız yaralanınca yanıma düştü. Cebinden yaşlı bir kadın resmi çıkardı. Bir şeyler söyledi... Anlamadım...  Ama herhalde annesi olacaktı. Benim ise kimsem yok... İstedim ki, o kurtulsun, anasının yanına dönsün ..'

Bu asil ve alicenap duygu karşısında hüngür hüngür ağlamaya başladım . Bu sırada, emir subayım Osmanlı askerinin yakasını açtı! O anda gördüğüm manzaradan yanaklarımdan sızan yaşlarımın donduğunu hissettim! Çünkü, Osmanlı askerinin göğsünde, bizim askerinkinden çok ağır bir süngü yarası vardı ve bu yarayı bir tutam ot tıkamıştı !.. Az sonra ikisi de öldüler ..."

| General Guro'nun Savaş Anıları'ndan


****

"Fransızlar! Türkler gibi mert bir milletle savaştığınız için daima iftihar edebilirsiniz." Fransız Generali Henri Guro



****

"Bir asker için mutluluk veren bir şey varsa, Türklerle omuz omuza savaşmaktır." Amiral Liman Von Sanders








****

"Son derece yıpranmış Türkleri, onları koruyan Cenab-ı Allahlarından ayırmak için başka ne yapılabilir?" Hamilton








****

"Kardaşlarım! Alın bu ekmeği düşmanla çarpışan yiğitlere yedirin. Ekmek boşa gitmesin." Er Hüseyin - Çanakkale Savaşı







Preveze deniz savaşı


deniz savaşları, Haçlı Seferleri, Kanuni Sultan Süleyman, kaptan-ı derya barbaros hayreddin paşa, osmanlı devleti, preveze deniz savaşı, Savaşlar - Fetihler

Kapdân-ı derya Barbaros Hayreddîn Paşa’nın, Andrea Doria komutasındaki haçlı donanması ile yaptığı deniz savaşı. Savaş, 27 Eylül 1538’de Adriyatik denizinin Arta körfezi kıyısında Preveze kalesi önündeki açık sularda yapılmış, Osmanlı donanmasının zaferi ile sonuçlanmıştır.

Üç kıt’aya hâkim olan Osmanlı Devleti’nin güçlü hükümdarı Kanunî Sultan Süleymân Han komutasındaki kahraman ordusu, doğu ve batıdaki düşmanlarına karşı zaferler kazanıyordu. Bu sırada Midilli’de doğup denizlerde büyüyen Barbaros Hayreddîn Paşa da, Cezâyir sultanlığını elde etmiş olmakla beraber, cihân pâdişâhı Kânûnî’nin elini öpüp, duâsını almak şerefine kavuşmak saadetine ermişti. Yüce Pâdişâh da kendisine düşeni yapmış, haçlı korsanlarına Akdeniz’i dar eden mazlumların sığınağı Barbaros Hayreddîn Paşa’ya, kapdân-ı deryalık vermişti. Sahip olduğu sür’atli gemiler, usta reisler ve kahraman leventlerine, pâdişâh duâsını da ekleyen Barbaros Hayreddîn Paşa, Cihân devletinin kapdân-ı deryası olarak Akdeniz’de haçlıların bir tahta parçasını bile yüzdürmelerine müsâade etmedi. Bir zamanlar Akdeniz’de vahşet, kan ve zulmün bayrakdârlığını yapan hıristiyan devletlerin korsan gemileri, iç koylardan dışarı çıkamaz oldular. Artık haçlı mezâlimi yerine Akdeniz’in engin sularında Osmanlı adaleti hüküm sürmeye başladı.

Müslümanlığın en geniş yayılma devri olan bu yıllarda, bir taraftan Hint denizinde, bir taraftan Akdeniz’de, bir yandan da Avrupa’nın Avusturya ve Boğdan cephelerinde, Türk ordu ve donanmaları zaferden zafere koşuyorlardı. Hilal-haç kavgasının son safhası, Almanya imparatoru ve İspanya kralı beşinci Charles Ouint’in, Tunus seferiyle başlamış ve ondan sonra birbirini tâkib eden; İtalya, Venedik, Avusturya, Hindistan ve Boğdan seferleri aynı zincirin halkaları olarak devam etmişti.



Almanya imparatorluğu ve İspanya krallığı. Papalık ve Venedik hükümetleri, müslüman-Türkleri Akdeniz’den atmak için, Osmanlı Devleti’ne karşı ittifak kurdular. Bunun üzerine Kânûnî, 1537-38 kışında yeni bir donanma hazırlanmasını emretti. Dört elle işe başlayan kapdân-ı derya Barbaros Hayreddîn Paşa, daha hazırlıklarını bitirmeden Mısır’dan yola çıkan hazînenin muhafazası için kırk gemi ile denize açılmak mecburiyetinde kaldı. Mısır’dan gelecek gemileri vurmak için Girid sularında kırk gemiyle pusuya yattığı haber alınan Andrea Doria, Barbaros’un geldiğini duyunca kaçtı. Fakat Osmanlı donanması, geri dönmeyip, Şira, Patnos, Naksos vesâir adaları aldı. Bu esnada tamamlanan doksan gemi de donanmaya katıldı. Mısır’dan gelen Salih Reis komutasındaki yirmi parça gemi de Barbaros’un gemileri arasına katıldı. Gemi sayısı yüz elliye ulaştı. Girid adası kalelerini zorlayıp bir hayli ganimet alan Barbaros Hayreddîn Paşa, kürekçi ve asker ikmâli yaptı. Barbaros komutasındaki Osmanlı donanması, İstanköy adasında ikmâl ve istirâhatle meşgul olurken hıristiyan ittifakı da gittikçe güçlendi. Barbaros korkusundan, Akdeniz kıyılarındaki koylara hapsedilmiş bir vaziyete giren haçlı devletleri, Osmanlılara karşı sıkı birlik kurdular. İrili ufaklı filolardan muazzam bir haçlı donanması meydâna getirdiler.

Bu haçlı donanmasının başına getirilen meşhur Cenevizli amiral Andrea Doria, Osmanlı’ya tâbi Mora yarımadası kıyısındaki Preveze’ye taarruz ederek kaleyi muhasara etti. Haberi alan Barbaros, Turgut Reis komutasında yirmi gemilik bir gönüllü filosu gönderdi. Zanta sularında kırk gemilik düşman karakol filosuna rastlayan Turgut Reis, hemen dönüp Barbaros’u haberdâr etti. Zanta’daki düşman filosu da Andrea Doria’ya Osmanlı donanmasının yaklaşmakta olduğunu haber verdi. Barbaros’un yaklaştığını öğrenen Andrea Doria, Preveze muhasarasını kaldırıp, donanmasını toplamak üzere kuzeye çekildi. Venedik’e âid Kafelonya adasını bombardıman eden Hayreddîn Paşa, Preveze’ye varıp kaleyi tamir ve tahkîm ettirdi. Denizlerdeki müslüman hâkimiyetini ortadan kaldırmak için bir araya gelmiş olan müttefik haçlı donanması, Korfu civarında toplanarak, Osmanlı donanmasını nasıl yeneceklerini tartıştılar. Kara harekâtı teklifine karşı olan Andrea Doria’nın isteği kabûl edildi. Haçlı donanmasının mevcudu 162 kadırga ve 140 bârca olup tamâmı 302 idi. Bu gemilerde iki bin beş yüz top ve altmış bin asker vardı. Türk donanması ise, kürekli yâni çekdiri sınıfından olarak yüz yirmi iki parçadan ibaretti. Gemilerin baştarafında üçer adet uzun menzilli 166 adet top bulunuyordu. Ayrıca donanmada, gemi mürettebatı yanında yeniçeri ve tımarlı sipahilerden olmak üzere toplam 20 bin asker bulunuyordu. Görüldüğü gibi Türk donanması adet îtibâriyle düşmana nazaran üçte bir ve top îtibâriyle on altıda birdi. Bundan başka Türk donanmasında sekiz bin cenkçi askere karşı, müttefiklerin gemilerinde altmış bin silâhlı asker bulunuyordu.

Müttefik donanması henüz Preveze önüne gelmeden evvel Barbaros, kumandanları toplayarak görüştü. Kumandanlardan Sinân Reis ile sancakbeyleri düşman donanmasının Akceom burnuna asker çıkarma tehlikesine karşı orasının tahkim edilmesini söyledilerse de Barbaros buna lüzum olmadığını beyân etti. Fakat kumandanların ısrarı üzerine, teklife muvafakat ederek oraya bir miktar asker çıkardı. Kendisi gemi kaptanlarına lâzım gelen talimatı verdi.

Gerçekten de Akceom’a asker çıkarılması çok isabetli oldu. Preveze önüne gelen müttefik donanması Akceom sahiline keşif müfrezeleri gönderdiyse de Türklerin tüfek atışıyla karşılaştıklarından geri döndüler. Körfez içindeki Barbaros’a bir şey yapamayan haçlılar, çekip gitmeye de cesaret edemiyorlardı. Barbaros ise, onları gafil bir ânında yakalamak istiyordu. Düşman devamlı yoruluyor, deposundaki su ve yiyeceklerini tüketiyordu. Osmanlı donanması ise, Preveze’de istirâhatle meşguldü.

Ertesi gün (27 Eylül) sabahı Barbaros, ana kuvvetle birlikte keşif için Pakso adasına doğru hareket etti. Müttefik haçlı donanması da bilmeden Osmanlı donanmasına yaklaşmakta idi. Denizcilik târihinin bu en meşhur savaşında, iki donanmadan Osmanlı tarafında merkezde Kapdân-ı derya Barbaros Hayreddîn Paşa, sağ kanatta Salih Reis, sol kanatta büyük coğrafya ve matematik âlimi meşhur denizci Seydi Ali Reis, ihtiyatta da, Turgut Reis, Murâd, Sâdık, Güzelce reislerle gönüllüler vardı. Müttefik haçlı donanmasının başında Avrupa’nın en meşhur amirali Andrea Doria ve Venedikli Marco Grimari ile Papalık donanma komutanı Vicent Capallo bulunuyordu. Haçlılar çeşitli devlet ve milletlerden meydana geliyordu. Aralarında Türk düşmanlığı hissinden ve haçlı dayanışmasından başka birliği teşkil eden unsur yoktu. Osmanlılar ise kumandanlarına son derece hürmetkar olup, maneviyâtları pek yüksekti. Muhârebe başlamadan önce Barbaros Hayreddîn Paşa bütün reisleri, Kaptdân-ı derya baştardasına toplayıp, gemi, silâh ve sayıca fazla olan düşman donanmasının tabiye üstünlüğünün safdışı edileceğini anlattı. Gâlib gelindiği takdirde Akdeniz’de mutlak bir Osmanlı hâkimiyetinin te’sis edileceğini ifâde edip, maneviyâtlarını yükseltti. Gemilere üçer top yerleştirip, hilâl şeklinde muhârebe nizâmına soktu. Haçlı komutanı Andrea Doria’nın yaptığı harb nizâmında Venedik ve Papa filoları önden gidiyor, İspanya ve Ceneviz filoları onları tâkib ediyordu. Rüzgâr haçlı donanmasının arkasından esiyor, Osmanlı donanmasına adım atma fırsatı vermiyordu. Preveze önündeki limanın girişini kapatarak Osmanlı donanmasının çıkışını engellemek isteyen haçlı donanması, kuvvetli rüzgârı arkasına alıp Preveze’ye doğru hareket etti. Hava çok sisli idi. Rüzgârın Osmanlı donanması lehine yön değiştirmesi ve sisin dağılması ile, haçlı donanması kendisini Türklerin önünde buldu. Barbaros Hayreddîn Paşa, kırk gemilik bir filoyla haçlı müttefik donanmasına saldırıp, onları ikiye ayırdı. Andrea Doria geri çekilerek, Korfu adasına döndü. Müttefik donanma amirallerinin ısrarı ile gemileri üç saf hâlinde tertib edip, tekrar taarruza geçti. Haçlı donanmasının en önünde büyük savaş gemileri olan kalyonlarla karakalar, ikincisinde kadırgalar, üçüncüsünde de küçük gemiler arka arkaya dizilmişti. Andrea Doria, birinci safı kendisine siper alıp, ikinci safta savaşı idare ediyordu. Her türlü manevra imkânı olan Osmanlı gemileri önünde can derdine düşen Venedik kaptanı, geriden gelen Andrea Doria’dan yardım istedi. Fakat haçlı gemilerini yakalamakta usta olan Barbaros bu fırsatı kaçırmayıp, bâzısını batırıp, kimisini de esir aldı. Geri kalanlar kaçtı. Andrea Doria, durumun kötüye gittiğini görünce, müttefiklerinin imdat istemelerine bakmayarak selâmeti kaçmakta buldu. Barbaros Hayreddîn Paşa, batırdıklarından başka yirmi dokuz gemi ve üç bine yakın haçlı askerini esir aldı. Osmanlılar ise, dört yüz şehîd ve sekiz yüz yaralı verdi. Bir Osmanlı gemisi de hasar görmüştü.

Aldığı gemileri tamir edip, yaraları sardıktan sonra, kaçan düşmanı aramak için yola çıkan Barbaros, Korfu adasına, sonra Avlonya’ya gitti. Fakat haçlıları yakalayamadı. Kışın yaklaşması üzerine Preveze’ye, Turgut Reis’i bırakarak İstanbul’a döndü.

Preveze zaferi, Boğdan seferinden dönüşte Barbaros’un oğlu başkanlığında gönderilen bir hey’et vasıtasıyla Yanbolu’da iken sultan Süleymân Han’a arzedildi. Bu zafer haberine çok sevinen sultan Süleymân Han, Barbaros ve arkadaşlarına duâdan sonra, kaptan paşa haslarına yüz bin akçe zam yaptı ve bütün ülkelere fetihnameler gönderdi.

Preveze zaferinden sonra Akdeniz Türk gölü hâline geldi. Herbiri birer deniz kurdu olan Osmanlı levendlerine denizler dar gelip, okyanuslara açıldılar. Avrupa krallarının desteğindeki deniz korsanlığının önüne geçilip, deniz seyahati, ticâreti ve sahildeki halkın emniyet ve huzuru sağlandı. Kuzey Afrika’daki İslâm devletleri Avrupa devletlerinin tecâvüzlerinden korundu. Deniz yoluyla hac farizası emniyet altına alınarak, hacılar korsan taarruzundan emin olarak hac yaptılar.

----------

1) Kitâb-ı Bahriye (Pîri Reis, hazırlayan Yavuz Senemoğlu); cild-1, sh. 289

2) Osmanlı Deniz Harp Târihi (Afif Büyüktuğrul, İstanbul-1970); cild-1, sh. 237

3) Büyük Türkiye Târihi; cild-3, sh. 477

4) Gazevât-ı Hayreddîn Paşa (Ertuğrul Düzdağ); cild-2, sh. 188

5) Rehber Ansiklopedisi; cild-14, sh. 216

6) “Cidde ve Preveze” Deniz Kuvvetleri Dergisi (J.F. Guilmartin); sayı-494, sh. 20

7) “Batı kaynaklarına göre Preveze Deniz Muhârebesi” Deniz Kuvvetleri dergisi; sayı-504, sh. 11


Fatih Sultan Mehmet ve İstanbul'un fehtindeki manevi yardımlar


2.murat, akşemseddin, ali eren, Fatih Sultan Mehmed, fatih sultan mehmet, hacı bayram veli, Silsile-i Saadat, ubeydullah ahrar

Fâtih ve fetihteki mânevî yardımlar



İstanbul’un fethiyle ilgili şu mûcize haber Müslüman idarecileri 9 asır boyunca heyecanlandırdı:

“Kostantîniyye (İstanbul) elbette fethedilecektir. Onu fetheden emir ne güzel emir, onun askerleri ne güzel askerdir.”

Osman Bey de bu heyecanı yaşayanlardan idiyse de bu kutlu fethin kendisine nasip olmayacağını anlayınca oğlu Orhan Gazi’ye şu vasiyette bulunuyordu:

“Osman-Ertuğrul oğlusun Oğuz-Karahan neslisin 
Hakk’ın bir kemter kulusun 
İstanbul’u aç gülzâr yap.” 

Ne var ki, fetih Orhan Gazi’ye de nasip olmamış, Birinci Murad, Yıldırım Bâyezid, Çelebi Mehmed derken İkinci Murad Han zamanı gelmişti.

Sultan Murad, Peygamberimiz’in övgüsüne nâil olacak emirin kendisi olup olmayacağını düşünüyor, bunun heyecanını yaşıyordu. Bir gün, Edirne sarayında zamanın mâneviyat büyüklerinden Hacı Bayram Velî Hazretleri’yle sohbet sırasında düşüncesini bu mâneviyat büyüğüne açar:

“Efendi hazretleri! Kostantîniyye’nin fethi bize müyesser olacak mı?” 

Hacı Bayram Veli Hazretleri cevap verir:

“Hayır sultanım! Kostantîniyye’nin fethi, bizim köse ile şu beşikte yatan şehzâdeye nasip olacak.”

Büyük Veli’nin köse dediği zat Akşemseddin Hazretleri’dir.

Sultan Murad’ın küçükken verdiği şu öğütler, saygılı oğul Fâtih’in zihninden hiç çıkmamıştır:

“Oğul! Üç türlü insan vardır. 

Bir: Aklı ve fikri yerinde, geleceği az çok gören ve düşünen ve hiçbir olumsuzluğu olmayan kimseler. 

İki: Eğri ile doğruyu bilmekten uzak olanlar. Bunlar bu duruma kendi istekleri ile değil, çevrenin etkisi ile düşmüşlerdir. Nasihat dinler söz kabul eder, duyup işittiklerine uyarak yaşarlar.

Üç: Ne kendileri bir şeyden haberdardırlar, ne de ikaz ve nasihatlara kulak asarlar. Sadece kendi istek ve arzularına uyar ve her şeyi bildiklerini sanırlar. En tehlikeli ve âdî kimseler bunlardır.

Ey Oğlu! Yüce Allah, eğer seni ilk saydığım özellikteki kişiler arasında yaratmışsa, sevinirim. İlkinden değil de ikinciler gibi isen yapılan nasihatlere kulak vermeni tavsiye ederim. Sakın üçüncü gruptan olmayasın ki onlar Allah’a ve insanlara karşı iyi bir durumda değildirler. 

Hükümdarlar, elinde terazi taşıyan kimseye benzerler. Sana, hükümdar olunca teraziyi doğru tutmanı (adâleti) tavsiye ederim. O zaman, Allah da senin iyiliğini murad eder.”
Şehzâdeliği bu nasihatlerle, sıkı bir eğitim ve mânevî bir havada geçen Sultan Mehmed, şu yüce idealin sahibi olarak kıyamete kadar unutulmayacak bir Fâtih olmuştu:




“İmtisâl-i câhidû fillah olupdur niyyetüm

Dîn-i İslâm’ın mücerred gayretidür gayretüm

Fazl-ı Hakk u himmet-i cünd-i ricâlullâh ile

Ehl-i küfrü serteser kahreylemekdür niyyetüm

Enbiyâ vü evliyâya istinâdum var benüm

Lutf-i Hakk’dandır heman ümmîd-i feth u nusretüm

Nefs ü mâl ile n’ola kılsam cihanda ictihad

Hamdülillah var gazâya sad-hezârân rağbetüm

Ey Muhammed! Mu’cizât-ı Ahmed-i Muhtâr ile

Umarım gâlib ola a’dâ-yı dîne devletüm”

Bugünkü ifadelerle yaklaşık olarak şöyle diyordu:

Benim niyetim, Allah’ın “Allah yolunda cihad edin” emrini yerine getirmek, gayretim sadece İslam gayretidir; Allah’ın ve Allah dostlarının yardımlarıyla kâfirleri toptan kahretmektir.

Ben, peygamberlerin ve evliyânın yardımlarına dayanıp güveniyorum. Gayem, canla-malla bu dünyada din yolunda gayret etmektir. Bunun için fetih ve yardımı Allah’ın lütfundan beklerim.

Elhamdülillah! Yüzbin kere gazâ etmeye iştiyakım var.

Kendisinin ismi Mehmed/ Muhammed olduğu için sonunda kendisine hitâben şöyle diyor:

Ey Muhammed! Umarım ki, Peygamberimiz Muhammed Aleyhisselam’ın mûcizeleriyle devletim din düşmanlarına gâlib gelir.

***

Yukarıdaki mısralarda da görüleceği gibi, Fatih mâneviyat erbâbının yardımlarına çok ehemmiyet veriyordu. Onun içindir ki, hocası Akşemseddin’in ve zamanın kutbu Ubeydullah-ı Ahrar (k.s.) Hazretleri’nin teveccüh ve himmetlerine müracaat etmişti.

İstanbul’un fethi uzayınca, fethin gerçekleşmesi için ne yapmak gerektiğini sorduğu Akşemseddin Hazretleri, “Zamanın kutbunun Semerkant’taki Ubeydullah Ahrar hazretleri olduğunu, O’nun himmetiyle fethin gerçekleşeceğini” söylemişti.

Bundan sonrasını Ubeydullah Ahrar Hazretleri’nin torunu Muhammed Kâsım’ın anlattıklarından öğrenelim: “Ubeydullah Hazretleri birgün öğleden sonra âniden beyaz atının hazırlanmasını istedi. At hazırlanınca binip hızla Semerkant’tan ayrıldı. Talebelerinden birkaçı da peşinden gitti. Biraz sonra talebelerine “Siz burada durun” buyurdu. Kendisi atını Abbas Sahrası’na doğru sürdü. Bir müddet daha kendisini takip eden talebelerinden Mevlânâ Şeyh diyor ki, “Sahraya vardığında atını bir sağa bir sola sürdü. Sonra birden gözden kayboldu.”

Daha sonda evine dönüp nereye gittiği sorulduğunda buyurdu ki:

“Türk sultanı Muhammed Han kâfirlerle harbediyordu. Benden yardım istedi. Ona yardım etmeye gittim. Allah’ın izniyle galip geldi, zafer kazanıldı.” 

Tâcü’t-Tevârîh isimle meşhur tarih kitabının yazdığına göre, yukarıdaki hadiseyi anlatan Muhammed Kâsım’ın babası ve Ubeydullah Ahrar Hazretleri’nin oğlu, İkinci Bâyezid zamanında Anadolu’ya gelir ve Sultan’la görüşür. Bu görüşmeyi şöyle anlatıyor:

“Bilâd-i Rûm’a (Anadolu’ya) gittiğimde Sultan Bâyezid bana babamdan bahsederek şeklini ve şemâilini tarif etti; “O zatın beyaz bir atı var mıydı?” diye soru. Ben de beyaz bir atı olup bazen ona bindiğini söyledim. Bunun üzerine Sultan Bâyezid şöyle dedi:

“Babam Sultan Muhammed Han bana şunları anlattı: İstanbul’u fethetmek üzere savaştığım sırada harbin en şiddetli bir anında Ubeydullah Hazretleri’nin yardımını istedim. Şu, şu vasıfta ve beyaz bir at üzerinde bir zat yanıma geldi ve ”Korkma! Endişelenme!” buyurdu. Nasıl endişelenmeyeyim, küffar çok dedim. O zaman elbisesinin yeninden bakmamı söyledi. Bakınca büyük bir ordu gördüm; “İşte bu ordu ile sana yardıma geldim. Şimdi sen falan tepenin üzerine çık. Üç defa kös vur ve hücum emri ver” buyurdu. Emirlerini aynen yerine getirdim. Böylece düşman hezimete uğradı ve fetih gerçekleşti.” 

***

Sultan Fâtih, ibâdete düşkün, derviş ruhlu bir zat idi. Babasının yaptığı gibi Allah’ı zikirle meşgul olmak için sultanlığı bırakmak niyetindeydi. Fetihten sonra, Akşemseddin Hazretleri’ne, padişahlığı bırakıp derviş olmak istediğini söyledi. Akşemseddin Hazretleri, onun bu teklifini kabul etmedi. Padişahın asıl vazifesinin devlet işleriyle ilgilenmek olduğunu, din-i İslam ve adâletle memleketi ve dünyayı idare etmenin daha makbul olacağını, aksi halde din ve devlet zarar göreceği için, kendisinin de Fâtih’in de Allah katında mes’ul olacaklarını söyledi. Genç sultan, onun dediği gibi hareket etti.

***

Fâtih, yedi dil biliyordu. Şâirdi; mühendislik ve haritacılık sahasında çok ileri seviyede idi. Hem kendi aklî ve naklî ilimlerde zirvede idi hem de aynı seviyedeki şu şahsiyetlere sâhip idi: Akşemseddin, Molla Hüsrev, Molla Gürânî, Molla Yegân, Hızır Çelebi, Ali Kuşçu, Hocazâde.

Fatih bir ilim âşığıydı. Fâtih Medreseleri açıldıktan sonra, burada kendisi için de bir oda istedi. Sadece dânişmentlik (doçentlik) pâyesine sâhip olanlara medresede oda verilebileceğini söylediler. Fatih, bunun için imtihana girdi ve bu imtihanı başarıyla verdi.

***

Fatih’in, namaz hususunda Rum vilayetlerine gönderdiği bir ferman:

“Allahü teâlâ, emirlerinin yerine getirilmesini bize nasip ve müyesser eylesin! İşittiğime göre, Rum diyarındaki şehir, kasaba ve köylerde yaşayan müslüman ahâli, İslam’ın emrettiği farzları yapmak ve sünnetlere riâyet hususunda Kur’an-ı Kerîm’e ve hadis-i şeriflere uymakta gevşeklik gösterirler imiş. Allahü teâlânın ‘Namazı ikame ediniz’ emrine ve ‘Namaz dinin direğidir. Onu dosdoğru kılan dinini korumuş, terk eden dinini yıkmış olur’ hadis-i şerifine uymayıp tuğyan yoluna saparlar, böylece mescid ve câmileri harabeye döndürüp, fısk ve fücur işlenen yerleri mamur ederler imiş.

Emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker eylemek üzerime vâcip olduğundan, bir adamımı bu iş için vazifelendirdim. Şöyle emir eyledim ki:

Namazı terk edeni ta’zir eylemek meşrûdur. Rum diyarında namazını geçirenler tespit edilip, İslam dininin emrinin gereği yapılsın. Halka namaz kılmaları tenbih edilip, kılmayanlar teşhir edilsin! Hiç kimse ne olursa olsun bu cezaya mani olmaya! Rum sancak beyleri, kadıları, subaşıları ve bunların emrindeki diğer memurlar, gönderdiğim vazifeliye yardımcı olalar. Böylece İslamiyet’in yüce ahkâmını yerine getirmekte gevşeklik ve tembelliğe asla meydan verilmeye. Öyle ki, mescitler dolacak, medreseler mamur edilecek ve din-i İslam kuvvetlendirilmiş olacaktır. Böylece müslümanlar refah, huzur ve saadet içinde olup, pdişahın devam-ı devletine ve kudretinin artmasına duâcı olacaklardır…” 

***

Sultan, Trabzon üzerine çıktığı seferde Zigana dağlarını yaya olarak geçiyordu. Uzun Hasan’ın annesi Sara Hatun da yanındaydı. Sultan Mehmet’e; “Ey oğul! Bir Trabzon için bunca zahmete değer mi?” dedi. Yüce Hakan şöyle cevap verdi: “Vâlide! Bu zahmet din yolunadır.Yarın âhirette Allahü teâlânın huzuruna varınca umarız ki bize yardım oluna. Zira elimizde İslam kılıcı var. Eğer bu zahmetli yolu tercih etmezsek, bize gazi demek yalan olur!” 

***

Fatih´e göre hocası Molla Gürani liyakatli bir insandı; muvaffak olamayacağı bir iş yoktu. Fatih, onun ilim ve faziletinden bütün tebaanın yararlanabilmesi için fetihten sonra ona sadrazamlık teklif etti. Bu teklifi tebessümle karşılayan Molla Gürani, Padişaha şöyle cevap verdi:


"Oğul! İyi harb ediyorsun; fakat hâlâ devlet idaresinde yayasın. Paşaların, yıllardan beri sadrazamlık umuduyla devlete hizmet ediyorlar. Onlar dururken medreseden beni alıp, sadrazam yapacaksın. Gayretli millet evlatlarının önlerini tıkayacak, şevklerini kıracaksın. Unutma ki ne senin paşaların medresede tefsir okutabilirler, ne de medresedeki müderrisler paşalar gibi devlet idare edebilirler. Olmaz oğul, olmaz! O mevkiin ehlini ara."Ali Eren

06/04/2008

"N'olaydı da bunlar bize daha önceden bey olaydı..." (Orhan Gazi'nin ve Osmanlı Devleti'nin adaleti)



davud-ı kayseri, dursun fakih, molla tacüddin, orhan gazi, osman gazi, osmanlı adaleti, osmanlı devlet adamları, osmanlı devleti, osmanlı padişahları, sömürgecilik


Osmanlı Devleti'nin kurucusu Osman Gâzî, oğlu Orhan Gâzî'ye nasîhatinde şöyle demişti:

"Âlimler, fazîlet sâhipleri, edîbler devletin kuvvetidir. Bunlara iltifât ve ikrâmlarda bulun. Meclisinde böyle zâtları eksik etme. Gayret et, devletinde maârif erbâbı. fazîlet sâhibi insanlar ve âlimler çoğalsın."
Orhân Gâzî pederinin nasîhatlerine riâyet etti. Meclisinde Dursun Fakîh, Dâvûd-ı Kayserî. Molla Tâcüddîn, Çandarlı Kara Halîl, Molla Kara Ali, Molla Muhsin Kayserî gibi büyük âlimler vardı.

Sultan Orhan harâb ve metrûk yerleri îmâr ederdi. İlim ehlini ve Kur'ân-ı Kerîm hafızlarını sever ve onlara ikrâmda bulunurdu. Bütün ömrünü Allâhü Teâlâ'nın rızâsını kazanmak için cihâd ve gazâ yolunda geçirdi.

Fethettiği yâhut zabtettiği her beldede adâleti tesîs etti. Hudûdu hâricindeki bütün vilâyet halkı bunu bilirlerdi. Süleyman Paşa, Taraklı Yenicesi'ne gazâ ettiğinde halkı, hisârı ve Göynük'ü emânla teslîm ettiler. Süleymân Paşa o kadar adâletli muâmele etti ki vilâyet halkı "N'olaydı da bunlar bize daha önceden bey olaydı." dediler. Nice halk bu müslümanları görerek müslüman oldu.



Civârdaki yabancılar, (fethinden evvel) İznik'e gelip "Ey miskînler, gelin Türk'e itâat edip açlıktan kurtulun, emniyet ve rahat içinde olun" derlerdi.

Orhan Gâzî'nin, oğlu Murâd Bey'e nasîhati:"Benim için ağlama. Dîn yolundan, dînin emirlerinden ayrılma. İdaren altındakileri gözet. Tek başına kaldığında da doğruluktan ayrılma. Kimseyi incitme, üzme. Dünyâda böylelikle iyi ad bırakabilirsin. Dîn yolunda gazayı terk etme. Dünyâya mağrur olma. İyi olursan, beni de hayır duâ ile andırırsın."


15. Yüzyılın büyük astronomu: Ali Kuşçu


abbas bin firnas, ali kuşçu, astronomi - uzay bilimi, bilim - teknoloji, islam alimleri, mucitler, müslüman bilim adamları
Resim yazısı ekle


Bilimsel çalışmaları nedeniyle NASA tarafından ayın bir kısmına Ali kuşçu başka bir kısmına ise Abbas İbn Firnas’ın adı verildi.


ALİ KUŞÇU
İslam aleminin büyük astronomu ve kelam alimi. İsmi, Alaüddin Ali bin Muhammed el-Kuşçu’dur. Babası Muhammed, ünlü Türk sultanı ve astronomi alimi Uluğ Beyin kuşçusu idi. Bu yüzden ailesi Kuşçu lakabıyla meşhur oldu. Ali Kuşçu’nun doğum yeri ve tarihi kesin olarak bilinmemekte olup, 15. yüzyılın başlarında Semerkant’ta doğduğu kabul edilmektedir. 

Uluğ Beyin hükümdarlığı sırasında Semerkant’ta ilk ve dini öğrenimini tamamladı. Küçük yaşta matematik ve astronomiye karşı aşırı bir ilgi duydu. Devrinin en büyük alimleri olan Uluğ Bey, Bursalı Kadızade Rumi, Gıyaseddin Cemşid ve Muinüddin Kaşi’den astronomi ve matematik dersleri aldı. Bu büyük alimlerden aldığı ilimlerle yetinmeyip daha fazlasını öğrenme arzu ve isteği ile kimseye haber vermeden sinesinde ünlü alimlerin toplandığı Kirman’a gitti. Kirman’da bulunduğu sırada akli ve nakli ilimler üzerinde çalışmalara devam edip, burada Hallü Eşkal-i Kamer (Ay Safhalarının Açıklanması) adlı risaleyi ve Şerh-i Tecrid adlı eserini hazırladı.

Kirman’dan tekrar Semerkant’a dönen Ali Kuşçu, Zic-i Uluğ Bey’in hazırlanması çalışmalarına katıldı. Kadızade Rumi’nin ölümü üzerine Uluğ Bey tarafından Semerkant Rasathanesine müdür tayin edildi.



Uluğ Beyin öldürülmesinden sonra Semerkant Medresesindeki dersleri ile rasathanedeki çalışmalarına son vererek Semerkant’tan ayrılıp Tebriz’e, bir müddet sonra da, Uzun Hasan’ın elçisi olarak İstanbul’a geldi. Fatih Sultan Mehmed Han, onun değerli bir ilim adamı olduğunu kısa bir görüşmeden sonra anladı ve ondan Osmanlı Devleti hizmetine girmesini rica etti. Bu teklif üzerine Ali Kuşçu elçilik vazifesini tamamladıktan sonra tekrar İstanbul’a geldi. İlim adamlarına çok büyük ilgi ve hürmet gösteren Fatih Sultan Mehmed, Ali Kuşçu’ya bu ikinci yolculuğu sırasında her konak menzili için bir altın hediye vermiştir. Ali Kuşçu İstanbul’a geldikten sonra, Ayasofya Medresesine müderris tayin edildi. Fatih, Ali Kuşçu’ya bu görevi yanında kendi hususi kütüphanesinin müdürlük vazifesini de verdi. İstanbul medreselerinde astronomi ve matematik ilimlerinde Ali Kuşçu’nun çalışmaları neticesinde büyük gelişmeler görüldü. Derslerine İstanbul’un meşhur alimleri de katılırlardı. İlim sahasında hizmet ve adları ile ün yapmış olan Hoca Sinan Paşa, Molla Lütfi ve Ali Kuşçu’nun oğlu Mirim Çelebi gibi alimler onun derslerinde yetiştiler. Ali Kuşçu, yalnız telif eserleri ile değil, çalışma ve yol göstermesiyle devrini aşan büyük bir alimdir. Uzun seneler Osmanlı ilim ve irfan alemini aydınlatan Ali Kuşçu 1474’te İstanbul’da vefat etti. Eyyub Sultan Kabristanına defnedildi.

Ali Kuşçu’nun yazdığı eserlerden bazıları şunlardır: 



Risale fi’l-Hey’e (Astronomi Risalesi). 1457 yılında Semerkant’ta Farsça olarak yazmıştır. Osmanlı mühendishanesinde 19. asır başlarında ders kitabı olarak okutulmuştur.

Risale fi’l-Fethiyye (Fetih Risalesi): Astronomiden bahseden bu eser, bir önceki eserin eklerle Arabi’ye çevrilmişidir. Bu eserde ekliptiğin eğimini hesap eden Ali Kuşçu, 23°30'17" olarak bulmuştur. Bugün bulunan değer ise 23°27' dır. Bu iki değer arasında küçük fark, Ali Kuşçu’nun astronomideki üstün bilgisini ortaya koyar.

Risale fi’l-Hesap: Matematik kitabıdır.

Risale fi’l-Muhammediyye: Cebir ve hesap konularından bahseder. Eserin son sahifesinde Ali Kuşçu’nun kendi el yazısıyla bir imzası ve eserin 1472 yılında bittiğini belirten bir kayıt vardır.

Bunlardan başka Uluğ Bey Zici’ne yazdığı şerh çok kıymetli ve en mühim eseridir.

Osmanlı Saray hekimlerinden. Hayatı hakkında fazla bilgi olmayan Ali Münşi, Bursa’da doğdu. Doğum tarihi belli değildir. Bursalı Ali Efendi adıyla tanınır. Medrese tahsilini tamamladıktan sonra Bursa’daki Yıldırım Bayezid Darüşşifasında Mevlevi hekimlerden Ömer Şifa Dede’den tıp tahsili yaptı. Bazı medreselerde müderrislik yaptıktan sonra İstanbul’da tıp alanındaki maharetleriyle kısa zamanda üne ulaştı ve saray hekimliğine tayin edildi. Daha sonra Galata Sarayı Hastalar Dairesi Başhekimliğine atandı. Birçok yabancı dil bilen Ali Münşi Genç yaştayken İstanbul’da vefat etti (1733).

Ali Münşi, tıp alanında birçok eser yazmıştır. Bunlardan bazıları şunlardır: 1) Cerrahname: Hastalıklarla ilgili olan eserin nüshaları Süleymaniye (Halet Efendi, Nr. 751) ve Nuruosmaniye (Nr. 3545) Kütüphanelerinde vardır. 2) Bidaat-ül-Mübtedi: Alfabetik sıraya göre ilaçların tarif ve terkipleri anlatılan eserin nüshaları Süleymaniye Kütüphanesi (Hamidiye Nr. 1006) ve Nuruosmaniye Kütüphanesinde (Nr. 3465) bulunmaktadır. Eserde ayrıca maden sularının şifa özelliklerinden bahsedilir. 3) Kitab-ı Münsiht Tercümesi, 4) Kuradat-ül-Kimya, 5) Risale-i Panzehir. 6) Risale-i Fevaid-i Narcil-i Bahri.

Daima Hayırla Yadedilecek Bir Kahraman ''Sadrazam Sinan Paşa''


osmanlı devlet adamları, Sadrazamlar, Savaşlar - Fetihler, yavuz sultan selim


"Koca Yavuz, gözyaşlarını saklamaya lüzum görmeden ağlıyordu..."

----

Ridaniye Meydan Muharebesinin en kızgın ânıydı. Sultan Tumanbay'ın kumanda ettiği Memlûk ağır süvarisi, bir an önce neticeye gitmek için Yavuz Sultan Selim Han'ın kumanda ettiği Osmanlı ordusunun merkezine yüklenmişti. Ancak. Yavuz hazırlıklı idi. Aniden topların önüne dizdiği askerlerin iki yana açılmasını emretti. O anda harp sahrasını inim inim inleten müthiş bir gümbürtü yükseldi. Planını bizzat Yavuz'un çizdiği ve dünyada ilk defa Osmanlılar tarafından bu savaşta kullanılan yivli toplar vazifelerini hakkıyle yapıyorlardı. Memlûklüler perişan bir vaziyette geri çekilmeğe başladılar.

Tumanbay'm çekildiğini gören, Memlûklü ordusu kumandanlarından Cânbirdi Gazâlî hezimeti önlemek için Osmanlı.sağ kanadına doğru hücuma kalktı. O tarafta Vezir-i Âzam Sinan Paşa kumandasında Anadolu tımarlı sipahileri vardı. Bu âni Memlûklü hücumu karşısında, şaşıran tımarlı sipahiler, kendilerini toparlamağa bir türlü fırsat bulamamışlardı. Mukavemet edemeyince çekilmeğe başladılar. Bu nâzik anda, Sinan Paşa'nın gür sesi duyuldu:



"Koman yiğitlerim, vurun arslanlarım" diyen' Sinan Paşa, yalınkılıç ileri atılmış, en ön safa geçmiş, kahramanca çarpışmağa başlamıştı. Şanlı kumandanlarının ön saflarda vuruştuğunu gören askerler geriye dönüp, yıldırım gibi Memlûklü askerlerinin üzerine atıldılar.

Sinan Paşa, genç bir yeniçeri gibi döne döne savaşıyor, zaman zaman getirdiği tekbirlerle, attığı naralarla askerleri coşturuyordu. Bu arada birkaç yerinden ağır bir şekilde yaralanmıştı. Fakat yaralarına aldırış etmeden çarpışmağa devam ediyordu. Yavuz, Sinan Paşanın yaralandığını görmüştü, haber göndererek, Sinan Paşa'nın geri çekilmesini emretti. Haberci Padişahın emrini Sinan Paşa'ya aktarınca. Paşa şöyle dedi:

"Bizim Cenâb-ı Zülcelâle ve Devlet-i ali-i Osmaniyeye bir can borcumuz var. Bu can tenden çıkıncaya ve elimiz kılıç tutmaz hale gelinceye kadar burada sebat etmek ve şehit olmak en büyük arzumuzdur. Ben gerilere çekilmek değil, daima ileriye atılmayı yeğ bulurum."

Sinan Paşa bu sözleri söyledikten sonra, 'Ya Allah!" diyerek yeniden en ön saflara doğru atıldı. Söylediği gibi, eli kılıç tutmaz hale gelinceye kadar vuruştu. Aldığı pek çok yaranın tesiriyle harb meydanında şehidlerin arasında uzandı ve oracıkta ruhunu Rahmân'a teslim etti. İ'la-yı kelimetullah(Allah’ın adının ve din-i İslam’ın yüceltilmesi) için, tefrikayı(ayrılığı) kökünden halletmek ve İttihat-ı İslâm'ı (İslam Birliğini) tesis etmek için yola çıkan Padişahla ve ordusuyla aynı ideali paylaşan Sinan Paşa, bu ideal uğruna seve seve canını feda etmişti.

Mısır'ın Osmanlı topraklarına katılmasını netice veren Ridaniye Zaferinde (22 Ocak 1517) Sinan Paşa'nın payı büyüktür.

Yavuz, zaferin ertesi günü harp meydanını dolaşırken, Sinan Paşa'nın şehidler arasında uzanmış yatan cesedini gördü. Bu değerli vezirini kaybettiği için çok üzülmüştü. O gün bütün şehitlerle birlikte Sinan Paşa'nın da cenaze merasimi yapıldı. Cenaze namazları oracıkta kılındı. Yavuz, bu merasim esnasında teessürünü gizlemedi. Koca Yavuz, gözyaşlarını saklamaya lüzum görmeden ağlıyordu...

Meşhurların Son Anları, Burhan Bozgeyik, İstanbul, 1993, Sayfa:241-242


SPONSOR FİRMA ALANI

Bu güne değin en çok tıklanılanlar